8 Kasım 2016

Hayvanları Sevin Ulan!


Sokak köpeklerinin yanından öylece geçip gidebilen insanları yadırgıyorum. Hatta köpek gördüğünde yolunu değiştiren ya da yolun karşı tarafına geçen insanları olağanüstü yadırgıyorum. Ben yol üzerinde gördüğüm köpeklere dokunmadan, selam vermeden, yüzüme bir gülümseme takılmadan geçip gidemiyorum. Bu kafede, bu bahçede, bu sokakta, bu bilmemnerde lütfen hayvanlara yiyecek vermeyin, alıştırmayın yazan yerleri ispirto döküp yakmak geliyor içimden. Siz nasıl görmezden gelebiliyorsunuz gerçekten anlam veremiyorum.
Bakın abartmıyorum hayvanları sevmeyen insanları gerçekten anlamıyor ve ciddiye alamıyorum. 'Sivmik zirindi diğilim' diyenleri de kendi içimde öyle tiye alıyor öyle dalga geçiyorum ki bunu yüzünüze söylemiyorsam bile bilin istedim.
Bazen beni bir kaldırıma oturmuş elimdeki poşetin içinden bişeyler çıkarıp bi yandan kedileri besleyip bi yandan onlarla konuştuğumu gören insanlarda beni yadırgıyor olabilir ama inanın umrumda bile değil bu durum. Ben her günün sonunda 'bugün de tüm sokak hayvanlarını doyuracak kadar zengin olamadım' diye üzülen, emekli olup 'kırk kedili teyze' olacağım günlerin hayalini kuran insanım. Size abartı gelen bu hayvan sevgim benim yüzde doksanımı oluşturuyor. Çok şükürdü bende böyle insandım ve binci çik titliyim.

29 Ocak 2016

Varlığıma Sevgilerle!

Kadın olmak enteresan şey.
Öğretmenliğe başlamadan önce bilmezdim.
Etrafında çokça öğrencilerin var ve insan kendini kovanlar dolusu ballar içinde hissediyor. Aynı zamanda filler kadar suyla dolu, koala gibi sevdiği bir şeye sarılmış, dinozorları hatırlayacak kadar eskiye dayanan ve çiçek desenli bir elbiseye sığınmış bukalemun gibi hissediyor. Öğretmenlik harika şey. Neyse konumuz bu değil.
Kadın olmak deyince “zaten hep maskülen bir tiptim ben” repliğimi atıyorum içimden. Hatta şu ecnebilerin tomboy dedikleri tipten. Hiç ellerimi zarif bir şekilde çantalardan sarkıtamadım. 20’lerimde kendime havalı bir derinlik katayım diye üç beş sigara girişimim de olmadı mesela. Olanların da elinde patladığını gördüm. Herkesi Fransızlaştıran sigara, o yaşlardaki hatunların elinde tarlada çalışmaya 2 dakika ara vermiş hissi veriyordu.
Topuklu ayakkabıları hiç anlamıyorum, onlar benim hızımı kesiyorlar.
Üniversitede staj deneyimlerimiz sırasında resmi kıyafet konseptine uygun olsun diye giydiğim topuklu ayakkabılarımı gören bir arkadaşım ‘hareket edene kadar çok zarif görünüyorsun, kendini slow motion modunda tut bence’ yorumunu getirmişti.
Tüm bunların sebebini tabii ki biliyorum.
Şu koskoca ağzımdan yerli yersiz hapşırır gibi fırlayan gülümsemelerim! Bu da beni çocuklaştırıyor çünkü.
İşte böyleyim ben.
Kadınsı şeylere pek vakti olmayan, kendini zor tutan bir gülüşe sahip olan bir kız çocuğu. Kolayca gülüveren, hem de karnından bir yerden.
Hatta bazen neşemden, enerjimden sinir bozan, koşar adım yürüyen, yürür gibi seksek oynayan, sevmediği insanları sever gibi yapmayan, kusurlarını da marifetlerini de kendine saklamayan, basit sevgi dolu bir rutinden başka bir şey istemeyen bir çocuk…
İnsanların benden kadınsı şeyler beklemesi beni kendi gözümde sıkıcı yapıyor çünkü. Hem zaten biz kadın halimizle, kendi kablolarımızdan hangisini kesince patlamadığımızı bulabilmiş değiliz. Kırmızı mı, mavi mi, kırmızı mı, mavi mi… Bazen kırmızıyı kesince duruyor düzenek bazen maviyi. Bazen bakıyoruz o kablolar mavi ya da kırmızı değilmiş meğer yeşille bordoymuş. ‘Bunlar kimi kandırıyor’ diye isyanı başlatınca da ‘hah patladı’ oluyoruz. Sonra neden sıkıcıyız, neden kararsızız, neden konuşuyoruz, neden konuşmuyoruz falanlar filanlar…
Kadın olmak zor yani. Baya zor.
Neyse ki hayat benim uzun zaman çocuk kalmama yardım etti.
Yetişkinlerin üzerinde saatlerce kaç megabyte hafızası varsa uğruna feda ettikleri çoğu şey bana sıkıcı geldi hep.

13 Haziran 2015

Ruhumun Ayak Sesleri İle Aynı Ritimde Yürüyenler: Size de İyi Akşamlar!

Yalnız insanların özgürlüğü bambaşkadır. Belki sizin de kendinizi yalnız hissettiğinizde aslında
birazda güvende hissettiğiniz olmuştur. Bazen de varlıksal anlamda yalnızlığın dışında insanların bir arada olduklarında birbirlerini anlamaları için konuşmanın muhakkak surette lazım olmadığını düşünüyorum. Bu noktada bazı şairlerin, tabiatın güzelliği karşısında yanlarında konuşmadan yürüyecek birini aradıklarını anladığıma kanaat getiriyorum. Gerçi bunu anlamak için tabiattan melül bir insan olmak gerekir değil mi? :)
Neyse bırakalım bu anlaşılması ve uygulanması zor insan ilişkilerini. Tabiat ve doğadan bahsetmişken kafamın içinde yaşattığım ve iletişimimin kuvvetli olduğu Christopher Mccandless duygulanımlarımı dillendireyim size biraz. Ne zaman böyle bir konu açılsa hep söylediğim gibi ben bu dünyadan ağaçları, mesela Lübnan’ın ulusal simgesi olan sedir ağaçlarını anlamadan gitmek istemiyorum. Ya da İtalya’da Toskana bölgesindeki dünya miras listesine girmiş olan altı noktayı gözlerime doldurmadan da gitmek istemiyorum. Günlük yaşamda bir kasabın virtüöze dönüşebilmesi veya alışverişe gitmekle müzeye gitmek arasındaki farkın silikleşmesi gibi bir hissiyata bürünmeden her hücremden sağlık fışkırsa yine de bu isteklerimden vazgeçebileceğim aklıma gelmez. Mesela İngiltere’nin en ılıman iklimine sahip bölgesi olan Cornwall’ın yüksek uçurumlu sahillerini, balıkçı kasabalarını, gizli koylarını görmeden bu dünyadan gitmek sizce de çok yavan olmaz mı?

2 Mart 2014

Bireyselliğinizden Öpüyorum!

Şu koca evrende, saatte bilmem kaç kilometre hızla, delicesine dönen bu dünyada hepimiz öncelikle birer insanız, hepimiz kendi başımıza birer bireyiz. Hepimiz tek bir dünyada yaşıyor olsak da aslında hepimizin ayrı ayrı dünyaları var. ‘Her beyin tek ve biriciktir’ akımından yola çıkarak bu görüşümü size çok çeşitlendirerek dayanaklandırabilirim fakat bunu ben değil de siz yapsanız nasıl olur?

Öncelikle kendi gözlerinizi düşünün, kendi bakış açınızı yani. Olaylara, insanlara, nesnelere ve neticede dünyaya hangi açılardan baktığınızı düşünün. Duygusal, karamsar, iyimser, pozitif, nötr… Gün içinde şekilden şekle giren ruh halinizi, dünyayı yorumlama biçiminizi düşünün. Ruh halinize ortak olan insanları zaten hayatınıza katmışsınızdır onları allara pullara sarıp sarmaladığınız en güzel köşenizde bir bırakın hele de onların dışındaki insanlara bi bakın. ‘Yok artık bu insan resmen benim ruhumun bi parçası gibi’ dediğiniz insanlar var mı? Sanırım çoğunuzun cevabı ‘yok’ olacaktır ki öyle insanları bulduğunuzda zaten hayatınıza katıp götürüyorsunuzdur.
Benim anlatmak istediğim şey aslında en başta da söylediğim gibi her bireyin biricikliği, bireyselliğinizi, herkesin tek başına bir dünya olduğu. En genel kavramla ifade edecek olursam ‘özgürlüğü’ aslında. Ve en önemlisi!

4 Eylül 2013

Doğanın En Güzel Türküsü; Yolculuk!

Yeryüzünde ve gökyüzünde güzel olmayan, göze hoş görünmeyen tek bir kare gösterin bana!

Ama yaratılıştan gelen, insanların sonradan kirletip, bozup, yok etmediği yerlere, doğal manzaralara bakın. Mesela şehirler arası yolculuk yaparken dağların, bulutların, ağaçların, taşların, toprakların, kimi yerdeki yeşilliklerin, kimi yerdeki sarı otların bile güzelliği beni öylesine cezbediyor ki aşıp geçtiğim her kilometrede şükretmeye doyamıyorum. Havasında, suyunda, doğasında bin bir çeşit canlısında bu kadar güzellik barındıran dünyamızın nasıl olurda kıymetini bilmeyiz! Nasıl olurda böylesine güzel bi dünyanın içinde var olduğumuz için şükretmeyiz!
Cevapları sorunun içinde olan sorular sormak huyumdandır bakmayın siz bana. Elbette her canlının alıp verdiği her nefeste bile tüm hücreleri ile binlerce kez şükrettiğini biliyorum. Ne hoş :)
Bir tren yolunun sağında kalan yemyeşil tarlanın, tren yolunun solunda kalan sararmış otlara gülümsediğini görüyorum ve içimi kaplayan huzura eşlik eden bulutların bembeyazlığı ile büyüklüğünü koruyuşu oluyor. Dağların uçsuz bucaksızlığına bakıyorum, ne kadar aşılmaz olduklarını düşünüp bi yandan da iç anadoludan karadenize sürüp giden yolculuğumu düşünüp aşılmazlıklara gülümsüyorum.