26 Aralık 2011

Hayatıma Adobe Kaçtı a Dostlar Yetişiiiiinn!

Bir Bilgisayarcının Hayali.... 

Okulu bitirebilmek pahasına proje ödevleri ile cebelleşirken bunca programın, kodun, tasarımın dibine vurmuşken bi çıkış butonu da hayatıma tasarlamak istiyorum. ‘Çıkış yap’ dediğim an zaman sıçraması gibi bi gümbürtüyle zırt diye hayattan soyutlanayım istiyorum. Okula, dershaneye, staja bilmem nereye gitmek zorunda kalmıyım, proje yapmak zorunda kalmıyım, sabahın kör vaktinde kargalarla birlikte kahvaltı yapmak zorunda kalmıyım ve de final haftası gelip çattığında ‘aman sabahlar olmasın’ kafasıyla zombileşmiyim mesela! Ya da mesela hayatıma üye ol sayfası tasarlıyım. Birazda janjanlı olsun ki üye ol sayfamı görenler hayat standartlarımı kraliçe Elizabeth sınıfından sansın :P Admin onayından geçemeyen ve de şifreyi bilmeyen giremesin kardeşim öyle zırt diye görüş alanıma! Veri tabanım olsun mesela ama Türkçe karakter problemi olmasın. Hem zaten damarlarımda asil Türk kanı cirit atarken çok ironik olur bence bu Türkçe karakter problemi!...

23 Aralık 2011

Varım! Ya da Yokum! Tamam la Varım! Ya da Yokum Yok!

Çevremdeki insanlara ne çok soruyorum şu ‘emin misin?’ sorusunu. Bide bikere filan değil, üstüne basa basa beş, on, on beş kere… Acıyorum size çevremdeki insanlar :P
Benimle baş etmek zorunda olduğunuz için haliniz içler acısı! Ama ne yapalım çevrenize atılmışım bikere geri dönüşüm yok :) Hani bende isterdim bana göre bi dönüşüm kutusu olsun kendimi faydalı bi şekilde imha edeyim diye ama yok… yiihahahaaa !
Neyse konumuz bu değil, konumuz ‘emin misin?’ sorusu ki önemli bi soru bence. Neden şikâyetçisiniz bu sorumdan! Hani ben o yüz ifadesindeki 2 yıl garantili mimiğini görmek istiyorum. Hadi iki olmasında bir olsun ya da birkaç ay olsun ama garanti olsun! Yani böyle olmuşla olmamış arası, yoruma açık, nereye çekersem oraya gidebilen yüz ifadeleri ile gelmeyin bana!

10 Aralık 2011

Gözlerim Yollarda NASA'yı Bekler Oldum!


Bazen elime diğer elimi almış, onu can hıraş incelerken buluyorum kendimi! Parmak uçlarıma bakıyor da bakıyorum… Bir şey aradığım yok inceliyorum sadece. İncelerken yüzümde bi memnuniyetsizlik, bi ‘bu ne la!’ tavırları filan. Sonra ayaklarıma filanda bakıyorum arada… Karar veremiyorum güzel mi çirkin mi! Ya da neye göre güzel, kime göre çirkin? Ama zaten kimini, nesini geçtim hiçbi zamanda umrumda olmamıştır bu insanların ‘aha bu güzel!’, ‘yok la bu çok çirkin!’ diye düşünüp durmaca, sormaca, söylemeceleri falan filan…
Hani ben ki upuzun saçlarıma hayran olan onca insanın bu beğenilerinin kulağına ‘tınn’ sesini verip geçip sonra da sırf bi değişiklik bi manyaklık olsun diye yıllardır milim kısalsa depresyona girdiğim o caaanım saçlarımı kıpkısa kestirmiş insanım!!!
Neyse bu saç muhabbetini uzatıp ne kadar beyinsiz olduğumu, güzellik konusunda ne derece ölçütsüz bencil bi dengesiz olduğumu ispatlamaya gerek yok sanırım :) Tamam biraz kafayı yemişliğim var ama napiiim ki! Kendimi böyle kabullenmeyi bildim ben. Hatta bazen ‘Allaaam ben ne kadar çirkinim, NASA gelse evi bassa ‘seni insan dışı bi yaratık olarak incelemek için kobay mobay yapmaya karar verdik hadi kak gidiyoz cızzt bızzt’ diye alsa götürse ‘cık aman durun götürmeyin’ demem valla!

7 Aralık 2011

Okusakta mı saklasak, Okumasakta mı yasaklasak!

Uzun yolculukları hep sevmişimdir. Bir şehirden başka bir şehre gitmek gibi bir uzunluk mesela!
Hele birde sonbaharda günbatımına denk geldi mi yolculuk, Feridun Düzağaç’ın sesinden ‘dört yanım hasret, unutulmuş bir ada gibiyim, öznesiz, zamansız, zarfsız, mektupsuz, adressiz…’ diye uzayıp giden şarkı eşliğinde olursa tadından yenmez :)
Bir şehirden başka bir şehre gitme uzunluğu güzelde, bu uzunluk şehir içi olunca hele birde tramvay, otobüs vs. gibi vasıtalarla, sabahın köründe esneye esneye okula gitme/gidebilme uzunluğu olunca inanın hiç çekilmiyor!
Sabahın kör vaktinde uykusuz yola düştüğüme mi yanayım, daha afyonum patlamadan yarım gözle yaptığım yarım saçma makyajıma mı yanayım, sabahın huysuzluğu ile ‘amaaaan’ deyip ne bulursam giyip çıkışıma mı yanayım, uzun, sıkıcı, bohem yolculukta tramvayın zırt bırt dur-kalk dur-kalk gidişine mi yanayım! İşte böyle yana döne ‘artık şu okul bitse de gitsek’ modunda çekilmez yollardan –belki bir cüzdan buluruz- edası ile sağdan sağdan gidiyoruz bakalım. Hayrola!

30 Kasım 2011

Aşk dediğin uçar, konar, göçer!

Aşk dediğin uçan, gelen, konan sonrada göçen bir kelebek esasen…
Vik vik vik uçan, tık tık tık gelen, pıt pıt pıt konan ve sonrada çat pat küt göçen, kaçan bir kelebek!
Göçüp kaçarken acıtan ama bu nedenle hayatı kendine zindan eden insanları hiç anlayamadım ben ki zaten onlarda kendilerini anlamıyorlar o dönem içerisinde. Sonra zaman aşımı olup hayat normale dönünce bi bakıyorlar ki aslında abartılacak hiçbişey yok!
Her şey insanlardaki kıpraşımların, heyecanın başlayıp-bitmesi arasında yaşanıyor işte. Sonra bitince de bazısı depresyon ayaklarına itiyor kendini, bazısı da oturup önce avucunu yalayıp sonra önümüzdeki maçlara bakıcaz artık deyip cool ayaklarına bürünüyor. Hayat böyle arkadaş ‘alem oyuncu olmuş sokaklar sahne!’ Sonuçta herkeste yaşamaya devam ediyor işte kimse ölmüyor yani aşkından ya da terkedildiği için.
Ve bende tüm bunlardan yola çıkarak diyorum ki;
‘Aşk uçan, konan, göçen bir kelebektir arkadaşlar!’
Hayatta insanları birbirine bağlayan asıl güzellik sevgidir. Ama öyle zottiri boktan sevgi değil! Saf, çıkarsız, su katılmamış, tertemiz, yürekten…
Benim işkence etseler hatta öldürseler sevmekten vazgeçmeyeceğim en en en saf sevgilerim annemdir, babamdır, kardeşim ve de Zeytin’im (kedim)dir. Ailemdir yani kısaca. Sadece bu kadarda değildir tabii ki dostlarım, arkadaşlarım, akrabalarım, büyüklerim, küçüklerim ve hayvancıklarımda vardır yürekten sevdiğim, saydığım. Vardır ve çoktur ve hepte olacaklardır, iyki de varlar.
Çıkarsız ve saf sevgilerimizdir işte bizi hayata sımsıkı bağlayıp, ip her gevşediğinde ‘kaçma la’ diye iplere tutunmamızı sağlayan.

28 Kasım 2011

Kaleminize Can Kurban!

Sen yüzüne sürgün olduğum kadın diyerek baştan ayağa bir aşk akımı anlatılacaksa eğer Cemal Süreya vardır aklımda fikrimde.
Ya da Dokuza Kadar On diyerek avuç içi kadar kelime ile ucu bucağı bilinmez bir dünya ise söz konusu o halde Özdemir Asaf.
Veyahut kabullenip satır sonlarını, loş bahçeler, akşamsefaları söyleşin benimle gelmiş bulundum bir kere denilecekse işte burada Edip Cansever’den bahsetmenin tam sırasıdır.
Ve çekingen tutuk saygılı bile olsa yarınlara bırakılmışta olsa sevgi illede sevgi bağlamında elim gider Behçet Necatigil’e…
Oysaki gökyüzünün mavisi, yaprağın sarı dökülüşü ya da yağmur, eşik, raks Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kalemine yakışır en çok. Yaprakların güneş ve ölüm rengi, sen kalbini dinle, ufuklara bak diyerek.
Ya sen fikir ve duyguda vasiyete lüzum görmeyen Necip Fazıl Kısakürek! ‘Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız, ruhuma büyük temel çivisini çaktınız’ diyorsun ya tüm çivilerin iz sürüşüne nazaran ruha işleyen mısralarınla.

21 Kasım 2011

Sıradanlaştırmasakta Yaşasak!

Hayatı sıradanlaştırsakta mı yaşasak yoksa sıradanlaştırmasakta mı saklasak!
Ben hayatı sıradanlaşmasında yanımda dursun isteyenlerdenim. Aynı zamanda sıradanlaşmaya yüz tutanlara da bıçak bileyenlerdenim.
Mesela bi arkadaşım grip olduğunda ‘sana nane-limon yapıyım mı balım’ diye sorma gereği hissetmiyorum kendimde. Ya da elimde bi kilo meyve ile kapısına dayanmakta tarzım değil! Ama bunu yapanlar var biliyosunuz ‘yok’ demeyin şimdi. Bir yakınımın düğününde saçımı düğün topuzu yaptırıp, modanın en yüksekten tabanlı ayakkabılarından giyip, hediye paketi gibide dolaşmıyorum ortalıkta mesela! Eğer bir arkadaşımı sevgilisi aldatırsa ‘hepsi aynı biiip işte ne bekliyodun ki!’ diyerekten yarasına bolca baharat ekebilitem de gayet yüksek. Her hatunun hayalini kurduğu beyaz atlı’yı atın üstünden ittirip, kaktırıp beyaz ata atlayıp dağ, bayır demeden tüm dünyayı dolaşırım bana kalsa…  İşte bende böyle kendimi standartların dışına dışına uzun vadeli taksitlere bölerek paylaştırıp, hayatı sıradanlaştıranlara karşı duruşumu sergiliyorum!

17 Kasım 2011

Ve öyle buyurdu durdu; halkımın insanı!

Ne de çok sever benim halkımın insanları birbirini etiketlemeyi!
Ona şucu, buna bucu, diğerlerine öcü der durur, her halta bir yakıştırma yollu şemsiyeler açıp kendini de yağmur diye yağdırır benim halkımın insanı!
Aslında çoğu bunu kendi fikrine uymayan, karşı görüşünde ki insanları anti parantez açarak onları noktasına, virgülüne bakmadan ayırarak yapar ki (hiç kibar olamayacağım) binevi yobazsallaşma yolundadır kendisi! Etiketçiliğin yobazlığın ta kendisi olduğunu bilmeden konuşur. Faşist der, dinci der, ırkçı der, taklitçi der, süslü der, satanist der, rockçı der, apaçi der ve ‘aptal’ der… der de der yani. Ve çoğu da aptaldır işte böyle!
Sonra birde genellemeler yapar durur benim halkımın insanları!
Bu bunu giyiyor öyleyse böyledir, şu şunu yiyor öyleyse şöyledir. Onlar zaten hep öyle. O hep aynı hatayı yapar, sen zaten hep aynı yalanı söylersin, ben zaten hep severim seni… ama ben artık hiç sevmiyorum bu etiketçi bizi!!!!
Erkekler Mars’tan, kadınlar Venüs’ten, erkekler futbolu kadınlar alışverişi sever. Çocuklar cici bebe sever, büyükler cicili bicili sevmez öyle. Öğrenciysen kazıklarım, hemşerimsen sana indirim var. Kızların rengi kırmızı, erkeklerin ki mavidir. Kadınlar erkeklere göre daha duygusaldır. Ben yengeç, sen balık aman şuda kova burcudur. Büyük balık küçük balığı yer. Erkekler daha özgür, kadınlar daha evcildir. Ben padişahsam herkes köledir ve bilmem ne bilmem ne bilmem ne gibi ardı arkası gelmeyen bissürü ıdıya vıdıya yapılmış genellemelerimiz var halkcanak!

13 Kasım 2011

Ben-Siz!

Ben annemin fedakârlığıyım.
Babamın ben çocukken söylediğim mehter marşlarını kaydettiği kasetim.
Kardeşimin neşesiyim.
Odamda gizlice yazılar yazıp biriktirdiğim kâğıt yapraklarıyım!
Her yolculuğa çıktığımda gidemediğimi düşündüğüm şehirlerden ibaretim.
Bir gün bana ‘başaracağına inanıyorum kızım’ diyen öğretmenimim.
Her gülümsediğimde daha çok artan yaşamın sevinciyim.
Yaşamıma eşlik eden,  sözlerimi hislerine tercüman addeden herkesim,
Ben Sema’yım gökyüzü kadar büyük bi yüreğim,
Ben Nur’um o yüreği aydınlatacak kadar çok ışığım var.
Ben, başkaları sayesinde ben oldum…
Ve sende öyle!

Kim ne kadar büyük ve şaşaalı olursa olsun, kendini başkalarına paylaştırmayı bilmeli. En ufak şeylerin büyük etkilerini teslim edebilmeli.

11 Kasım 2011

Adamsın Behzat Ç.!

Hayatın insanlara nasıl okkalı şamarlar attığını gösteren dizidir aslında Behzat Ç.
Ne de çok severim karizmanın ta kendisi olan Erdal Beşikçioğlu abimizi…
Peki ya Behzat Ç Seni Kalbime Gömdüm filmini izleyenler! Sizinde benim gibi dibiniz düştü dimi filmdeki Behzat abimize! Adamın iliğini kurutan cinsten bi dip düşmedir bu!… Hani insanın filmden çıktıktan sonra gidip bi emniyet şubesine başvurup ‘polis olucam lan ben’ diyip yumruğunu masaya indiresi geliyo!
Gelmiyo mu la! :)
Gelmiyosa da sorun değil zaten her önüne gelen polis olmasın arkadaş! Bu da ayrı bir sayfa açmaya yetecek kadar geniş bi konudur aslında lakin konumuz şimdi bu değil. Ama ben yine de sonsuz sevgilerimizin baş kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün bir sözünü hatırlatmak isterim tam da bu sırada: ‘Herkesin polisi kendi vicdanıdır, fakat polis vicdanı olmayanların karşısındadır.'
Sadece Behzat abimiz diye sınırlayıp film ekibinin hakkını yememek lazım tabi ki hepsi ayrı muhteşemdi. Harun, Hayalet, Akbaba ve seri katil rolünü üstlenmiş Tardu Flordun. Hatta Cansu Dere’ye bile ayrı yakışmış ‘olay yerici’ rolü :)
Evet şimdi tekrar soruyorum elinizi vicdanınıza bi koyun hele; gidip bi emniyet şubesine başvurup ‘polis olucam lan ben’ diyip yumruğunuzu masaya indiresiniz gelmiyo mu hala!

9 Kasım 2011

^^Cat ID

Bi kedinin evrimleşip insan kılığına bürünmüş hali olabilirim. Kararsız, suskun, sakin, hırçın, oyuncu… ve bu gibi sayılabilecek biçok sıfat! Oynadığı zıpzıp toptan sıkılıp arkasını dönüp giderken dönüp ona bir pati atabilecek kadar kararsız. Ya da gözlerinizin içine bakıp miyavladığında ne istediğini anlatamayacak kadar suskun. Kimi zaman evin açık dış kapısının önünde dikilip gitmekle, gitmemek arasında kalacak kadar sakin. Kimi zamansa kucağınızda uyumak istemediğinde tüm ısrara rağmen koluna bir cırmık atıp, tıslayıp basıp gidebilecek kadar hırçın. Ve ailenin tüm bireylerine tek tek sürtünüp sevgisini gösterebilecek kadar sonsuz bir yüreğe sahip… Canlı, cansız fark etmez her ne olursa olsun ilk yapacağı şey kokusunu çekmek içine. Bir güzel keşfetmek her çeşit kokusunu…!

dinle beni küçük kedi..


'Denize Doğru'



Çözdüm her şey çok basit
Denize doğru üç beş dakika yeter
Derdimi anlatmaya!
Zaten çoğu şeyi değmez çok konuşmaya
Denize doğru...
Düşlerimde bile kaçtım, denize doğru
Aslında kaçmak değil, sevgiye koşmak
Sessizdiler ama çoktular
Biraz deli biraz çocuktular
Denize doğru...
Kolunu kaptıranlara çare bulunmaz
Yaşam bizden hızlı beklesen olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru...
Gülmez çünkü hiç bilmez
Dertleri ağır, bütün kapılar çalınır
Ama bilgeler sağır!
Mışlar mişler ne demişler, burada bulamamışlar
Denize doğru...
Adını düşürenlere üzülsen değmez
Sesini kaybedenlerin bir şarkısı olmaz 
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru...
Denize doğru...
Denize doğru!

4 Kasım 2011

[Portre]

Dünya müzesinin en renkli portresi gibi
İki yanağıma sığdırıp gülüşümü
Renkli tırnaklarımı gösterir gibi,
Parmak uçlarımı değdirerek ağzıma
Ölümcül bi sevinç yaşıyorum!
Gün günden güzel diyerek.
Hep severek, hep gülerek
Lirik bir şiir olamam diyorum…
Şapkamda dört mevsim
Saçlarımda hep rüzgâr
Onlar dalgalandıkça dünyanın en havalı portresi sanıyorum kendimi,
Sonra olsun diyorum!
Bu tür zımbırtılarla magazinleştiriyorum kendimi…
Her nefes alışımda oksijenin sesini duyar gibi sevinerek
Hayat acemileriyiz biz olur o kadar diyorum
Neyse işte,
Dünyanın en renkli portresinde,
Gün günden güzel diyerek!

2 Kasım 2011

Uçuşan balonlarız! Herkes ayrı renk...

‘İnsanlara bahar gelmiş
Bendeki bu kış daha hafifçe!’

Yine o çok derinlerdeki ruhum depreşti. Sormadan etmeden, sebepsiz yere tamda bana yakışır bir edayla böyle zırt diye! Tüm asabiyetime, ukalalığıma, takıntılarıma ve hatta pesimist hümanist karışımı hallerime bile bayılıyorum ya:) Ben iyki benim diyorum yine egom tavan yaptı tamda burada :) İnsan neşeli olmaya görsün işte!
Neyse kopan kayışı yerine oturtup birazda ruhumu konuşturayım diyorum. Ne dersiniz?
Ne diyceksiniz ımmm iniltileriyle ruhsal pozisyonlara geçtiniz bile! :)
O zaman başlıyorum:
Hayatın ılık rüzgarları alır götürür bizi, bırakır biyerlerde öylece bi başımıza. Sonra bi yürek gelir, elleriyle ya ısıtır ya soğutur yüreğimizi. Ya da elleriyle kanırtıp, kanatıp yüreğimizi öylece çekip gider, bi çentik daha atıp kırışık

8 Ekim 2011

Artık Geç Bence!



‘Mutlu bir çocukluk için hiçbir zaman geç değildir’ diyor ünlü düşünür Nil!
Öyle mi gerçekten? Yani geç değil mi?
  Peki, nasıl olucak bu? Çocuk gibi davranarak mı yoksa çocuk ruhlu kalarak mı? Bence her ikisi de safsata! Çocuk gibi davranırsak kimse bizi ciddiye almaz hatta ‘koca kız/adam olmuş hala çocuk gibi davranıyo!’ diye ayıplarlar. Çocuk ruhlu kalalım desek çocukluktaki gibi her şeye ‘aa ne güzel’ diyemiyoruz ki! Çünkü biz büyürken çevremizde her güzel bulduğumuz, bizi güldüren şeylerin sayısı azaldı. Her şeye ‘bu ne?’ diye sorduk, öğrendik, fazla merakımızda kalmadı. Biz büyüdük, büyüdükçe değişen hayatımız gibi, dünyamızda değişti. Değişmeyen tek şey; hala oyuncaklarımızın olması. Çocukken sindy bebeklerimiz, uzaktan kumandalı arabalarımız filan vardı şimdi ise elimizden düşmeyen laptoplarımız, cep telefonlarımız,

1 Ekim 2011

Küçük Fanus!

Yinemi aynı yolları yürüyoruz!
Yine en baştan!
Bak işte güvendiğin sularda boğulan balık yine sen öldün :(
Boşluk!
Hiçlik!
Yokluk!
Dün fanusun taşları üzerinde kıvrıla kıvrıla yüzen siyah kadife pulların vardı. Ama şimdi yoksun!
Oysaki benim en ihtiyacım olduğu anda annemle, babamın bana verdiği en güzel hediyem olmuştun.
Ama şimdi yoksun!
İşte her şeyin sonu böyle olacak. Elimden kayıp giden onca şey gibi…
Bende bu varlığımla birlikte, sonunda onca şey gibi yok olup toprağa karışacağım.
Savrulacağım…
Tek farkımız, senin küçük sevimli bi fanusun benimse

27 Eylül 2011

Saç Kestirmek: Kendini Değiştirmenin En Evcil Yolu!

Bir bayanın saçıdır onun en büyük özgürlüğü! Çoğu zaman hayatına şekil verir. Giyeceği kıyafeti, yapacağı hafif makyajı (hafif diyorum çünkü ben ağır makyaja karşıyım) hatta süreceği ojenin rengini bile saçlarının ruh haline göre belirler.
Yorgunsa eğer saçlar, bi kot bi tişört yeter onları tamamlamak için. Ama taranmışsa bir güzel, upuzun dalgalı ya da dümdüz bir biçimde bırakmışsa kendini omuzlardan aşağı doğru o zaman giymek lazım işte en güzel elbiseleri!
 Kurtarıcıdır çoğu zaman saçlar! Sıkılırsın, bunalırsın, yere göğe sığamaz, sığdıramazsın ruhunu. İşte o zaman hayatına şekil veremeyince gider saçına şekil verirsin. Sadece şekil vermek değildir alınan o karar; cesursan artık kısacıktır saçların…
Bende böyle bir şekil girişiminde bulundum ve deli

26 Eylül 2011

Uydu mu, Uymadı mı!

Dünyanın bilmem neresine uydu düşer bizim evde olay olur. O derece gündemi yakından takip eden bi ailem var çok şükür bin şükür :P
Bu sabah uyanır uyanmaz salona hızlı bir dalış yapıp heyecanlı bir ses tonu ile ‘baba haberleri açsana uydu düşcekti düşmüş mü bi bakalım’ dedim. Bigün öncesinden görev dolayısıyla akşam haberlerini izleyemeyen babam şaşkın! Bi yandan ne uydusu diyerek bi yandan da haber kanallarından birini açtı baktık ki haber maber yok. Sonra ben bi koşu evde annemi bulup ‘anne uydu düşmüş mü, nereye düşmüş haberin var mı?’ dedim. Artık bu uydu beni nası bi etkilediyse :) Annem de tabi ‘he evet bu sabah bizim apartmanın önüne düştü kendisi, bende gittim hemen topladım altın kaplamalardan, hadi köşeyi döndük’ edalarıyla kafa bulmalar… :(
Hiç halden anlamıyo bu ebeveynler ya! Belli ki önemli benim için bu NASA parçası olan uydu niye anlamıyosunuz!!!
Belki kendimle ilgili çok gizli bilgilere ulaşıcam, belki bi kara kutusu filan vardır olamaz mı yani :p
Neyse ben meraklı  elimde kumanda zap map

24 Eylül 2011

Bi susun artık!!!

Susmayan ne de çok ses var hayatlarımızda…
Hepte gereksiz, hepte detone sesler.
Oysaki kulağımıza hep o çok sevdiğimiz kendimize cuk diye oturttuğumuz ruh halimize uyan melodilerin tınısını, annemizin sesini, minik bir kedi yavrusunun miyavlayan masum sesini, kiminden romantik, kiminden neşeli, kiminden melodik sesleri duysak ya hep! Neyse işte diyeceğim o ki çoğaldı artık hayatlarımızda susmayan seslerin tınısı!
Cep telefonlarımız bankalardan, ürün tanıtımlarından, iletişim şirketlerinden dolayı susmuyor, kapımızın zili yok sucu, yok kargocu, yok bilmem kim bu apartmanda mı oturuyor diye susmuyor, televizyonumuzun sesi susmuyor hatta bilgisayarımız

23 Eylül 2011

Yalnızlık aslında hep var ya da hiç yok!

"İnsan yalnız kalamaz yapamaz ooooo!...  
Döner durur yatağında uyuyamaz oooo!”
Yalnızlık yalnızlık diye habire dillendirdiğimiz şey zaten bizimle birlikte varolan süregelen bişey. Yani ben bi insanın ‘yalnız kalmak istiyorum’ ya da ‘beni yalnız bırakın’ gibi isteklerine anlam veremiyorum.
Hepimiz zaten kendimizi en iyi tanıyan bireyler olarak içimizde sımsıkı tuttuğumuz, sakladığımız benliklerimizle birlikte yalnız değil miyiz!!!
Hani üstad Özdemir Asaf diyoya ‘Artık beni kimse yalnız bırakamaz’ diye, işte aynen öyle çünkü zaten yalnızlık var toprağımızda, suyumuzda.

22 Eylül 2011

Vahşi yaşam beni üzüyor!

Vahşi yaşam belgeseli izlerken ağlayan tek insan ben miyim merak ediyorum doğrusu!
‘Madem ağlıyosun o zaman izlemeee!’ dediğinizi duyar gibiyim ama bendeki durum ne yardan ne serden  geçememek durumu…
Bugün izlediğim ‘büyük kedilerin mücadelesi’ belgeselinin leoparların yavrucak ceylanı öldürmeden yemeye başladığı sahnede koyverdim mi ağlamayı! Bi yandan da ‘kıyamaammm, anneeemm’ nidaları ile içten içe o üç kardeş leopara kin güttüğümü fark ettim. Hayvan severlikte ayrımcılık mı bu şimdi? Olabilitesi yüksek ama aslında değil. Ben her hayvan belgeseli izlerken üzüldüğümde, ağladığımda duygusal kimliğine ket vuran kardeşimde hep aynı replik: ‘Abla doğanın dengesi bu!’
E biliyoruz dengesi, e biliyoruz birileri birilerini yemezse çoğalırlar bilmemneler olur, denge bozulur falan filan… Ama bu ağlamak, üzülmekte benim doğamın dengesi!
Mesela bi başka belgeselde de öküz başlı antilopun kendi isteği üzerine gelip aslanların önüne ‘bugün ki yemeğiniz benim’ der gibi oturduğunu gördüm ve bu durumu ‘her canlının yiyeceği bi ekmeği, kısmeti vardır, oda onların kısmetiymiş’ diye yorumlayan anneme de hak verdim ama üzülmemek elimde değil ne yapabilirim!
Aynı üzüntüyü bi yılan fareyi yiyip daha sonra farenin tüylerini ağzından cumburlop diye çıkarırken de yaşıyorum ben. Yani bunun ceylanla, antilopla, timsahla, fareyle alakası yok.

21 Eylül 2011

İçses!


İçsesimle çok iyi anlaşabiliyorum. Beni hep neşelendiriyor içten içe… Bana hep neşeli ve mutlu olmam gerektiğini bağırıp duruyor. İşin garip tarafı içses fısıldar benimki bağırıyor. Neyse diyorum bağırsın dursun nasılsa sadece ben duyuyorum. Sadece bana özel bişeyimin olması ne güzel :)
Bas bas ve bağııırrr! İşte içimdeki sesin kıpırtısı hep böyle. Renklendiriyor beni çoğu zaman. Çoğu zaman hangi renk olduğunu kendi bile bilmediği bi ses tonuyla bana bişeyler anlatmaya çalışıyor. Ve en çokta siyah beyaz olduğumda güzel olduğumu söylüyor bana. İnci gibi dişlerin, simsiyah saçların oh ne güzelsin nostaljik kız diyor!...
Ne diyorsa diyor işte, işi gücü beni neşelendirmek…
Ne dese haklı ama :)
Seviyorum seni benden öte, benden içeri: içsesim!! 

Yaşa Git!


Bu benimki dijital fotoğraf makinelerine yapmacık gülücüklerle poz verir gibi yaşamak değil ki! Eski kocaman harici flaşı olan 32’lik pozları silip süpüren fotoğraf makinelerinin teknolojiden geri kalmışlıklarına katıla katıla gülerek, gülmekten yaşarmış gözlerimin objektife takıldığı anlardaki yakalanan pozlar gibi yaşamak!... Hep içten, en içten.
Zaten bu gülmelerimin, ağlamalarımın da içten olmadığı bi dünya düşünürsem geriye ne kalır ki! Dokunarak, tadarak, bakarak, bi an heyecandan kalbim duracak gibi hissedip başka bi an acıdan dibe vurarak tüm yaşamsal fonksiyonlarımı boca edip kendime, kendimi bularak yaşamak!
Çek içine koskocaman dünyayı sonra onun yuvarlaklığını, dönüşünü, saatte bilmem kaç kilometre hız yapışını herbişeyini işte al koltuk altına sonrada yürü git! Bak ne güzel bütün oluşturdun bu arsız dönüşlü dünyanın ekvator çizgisiyle.  O dönüyor sen büyüyorsun, sen öleceksin o duracak!!!
tek rakibim wooper rooper :)

20 Eylül 2011

Falan Filan!

balık krakeri hep sevmişimdir :)
Hayat güzeldir!!
Vapurlar, trenler, uçaklar filan… ha bide zencefil J
Yani bi gitme-gidebilme eylemi içine sığdırılmış, güzeldir diye tabir ettiğim hayat hep falanlı filanlı konuşulduğunda daha yaşanılır kılınıyor tarafımdan J ah bir düşebilsem şu güzel ülkemin daşlı yollarına…
Ken yoir umacin kot tayifau!!
Bişey anladınız mı, sizce ben nece konuşuyorum ?
Kendimce konuşuyorum işte.. hep böyleyim ben aslında.. sanırım kendimce konuştuğum süreçlerde hep bu yaşanılır kılabilme eylemlerimden hayatı falan filan J
Hayatta hep çok mantıklı şeyler olsun diye ısrarcı kişiliklerden değilim ki bu yazdığım mantıksız satırlarda bunun bir kanıtı olsa gerek…

Sonsuz Sevgi

  
 İnsan sonsuz sevgiyi bir kediden öğrenebilir sanırım… Hatta sanmaktan öte tecrübeyle sabittir bu bende. Eğer ki bu hissettiğim sonsuz sevgiden başka bir ibare değilse sırra kadem basmış bir yüreğe sahip olduğumu düşünmekten başka bir şey gelmez elimden… Bir kedi tüm benliğinizi sarıp, vücudunuzdaki tüm hücrelere kendini sevdirecek hormonsal duyguları enjekte edebilecek kapasitede bir zekaya sahiptir ve yanında cilvesi, çekiciliği, sevimliliği, oyunculuğu, huzur veren sakin sessizliği de cabası… Ve saymakla bitmeyecek bu gibi birçok sıfat.

  Sadece kediye değildir tabi ki, doğanın en güzel parçası olan hayvanlara duyulan sevgi. Yüreğini açmış bir dokunuşu bekleyen binlerce yüzlerce irili ufaklı bedenler vardır doğanın umursamaz teninde savruklaşmış… Bazen bir çöp konteynerını didikleyen aç sokak hayvanı, bazen kıyıya vurmuş bir karabatak, bazense bir buğday tanesini gözleyen mutfak camındaki minik güvercin… Bir barınakta bekleyekalmış minik köpekcik, sıcak bir elin dokunuşunu… Sadece karın açlığımıdır onların ki! Ya yürekleri, bedenleri…

   Doğanın parçası olan küçükte olsa bir cana sahip olan onca güzellik varken bu evrende, biraz olsun duyarlı olursak inanın ki hiçbir şey kaybetmeyiz insanlığımızdan. Hatta katbekat artar, çoğalırız. Öyleyse bir dokunuşu, bir doyuracağınız karnı, katkıda bulunabileceğiniz bir yardımı esirgemeyin doğadan… Bunca güzellik bize lütfedilmişken, yürekten bir sevgi dokunuşu sadece… Çok değil !!!

Tek derdim!

Bazen yolun kenarından renksiz duru sular akar, o sularda balıklarda vardır…
Yolun bittiği yerde durulmaz, durduğun yerde yol bitmiştir…
Tek derdim eve gitmekti aslında… uzatıp bacaklarımı, en sevdiğim şarkıyı mırıldanırken, en sevdiğim yemeği  yemekti özgürlük… ama gördüm ki yavaş bi rüzgarı kucaklayıp uçan martı ya da bahçenin dışına kaçan topunun peşinde koşan çocuk benden daha özgür bu tutsaklıkta… bense hapsetmiş tüm varlığımı kendi ardıma, karanlıkta karanlık diyorum. Yağmur yağar yağmaz ellerimde buğusu kokuyor her damlanın… güneş doğduğundaysa dokuz gün sonra güneşten arta kalan bi tortu dokunuyor gözlerimin bittiği yere, şakaklarıma… neyse diyorum üşümekte özgürlük sayılır! Tek derdim yolun bitmemesi aslında, renksiz duru akan sulardaki balıklarla birlikte boğulmak… 

Karadeniz Güzeldir!

Burada bir kalkarsın yağmur,
Bir bakarsın güneş, bir yersin balık
Bir binersin tekne, bir geçersin Samsun,
Bir daha bakarsın ki mavili yeşilli puantiyeli Karadeniz!
Burada insanlar balık tutar sonra balığı denize atar. Burada iyotlanır, fosforlanır, demir gibi olmaya çalışır ama egzoslanırsın, havada kalırsın, havanı alırsın sonra başın dumanlanır. Burada insanlar kendi kafalarının köşesini döner, gece sokak lambaları söner, kenardan değil ortadan yürürsün. Burnun büyür, bacakların hızlanır bir de bakarsın bakışların gizlenir… Senden Samsun’a, Samsun’dan sana geçişler hep paralıdır, öğrenciye her şey pahalıdır. Sen bunlardan korkmazsın çünkü yürürken yere bakarsın. Ama Karadeniz’in havası gelir girer burun deliklerinden, beyninde açlık sinyalleri verir adama, egonu şişirir deniz, şaşaalı durursun.

Serzeniş midir nedir bilmem!

Kimseye bağlanma felsefesi üzerine kurulu gerçek sevgiden yoksun bi hayata tutunmaya çalışıyoruz. Boş vermişliğin içinde umursadığımız tek şey benliğimiz. Bazense yozlaşmasına izin vermediğimiz duygularımızı sarıp sarmalayıp içimizde saklıyoruz. Hak edene değer veririm mantığını çoktan geçtik çünkü oda masal oldu!.. Bu hayata yakışan en güzel şey ‘bencillik’ kıvamındayız. Kendimden bişeyler bulabildiğim sürece bakarım, kendime bişeyler katabildiğim sürece varım yoksa eyvallah duygulanımındayız süre giden… İnsanların artık sadece yaşamaya endeksli olduğunu, ne yediklerinden tat almak için çaba gösterdiklerini nede yaşamanın gerçek anlamda farkına vardıklarını hiç sanmıyorum!
Keçilerin bile yürüdükleri patikada daha mutlu olduklarına eminim!...
Para mı ye gitsin, eğlence mi at cebe, kahkaha mı koy sepete, kıyafet mi soyun görsün, vicdan mı kaç kaçabildiğin kadar düşüncesizliklerinde boğulmak üzereyiz.
Tüm yaptığımız ateşimize odun toplamak!