Bence ellerimiz kollarımız boş olursa hayatı
kucaklayabiliriz. ‘Bu benim, bu da benim, aaa bu değil neden ama bu da benim
olsun’ mantığı ile her şeyi sahiplenip, sahiplenemediğimiz şeylere göz dikip
durup ha babam koşturursak hem elimiz kolumuz dolu olduğu halde üstüne hala
yükler yüklemeye çalışır hem de elimiz kolumuz dolu olup durduğu için hayatı
kucaklayamayız. Hem zaten 'bu benim, şu benim, o benim' deyip durduğumuz hiçbişey
aslında gerçekten bizim değil ki. Bizim dediğimiz şeyleri ancak misafirliğe
gittiğimizde üzerinde oturduğumuz kanepeyi bu benim diye iddia edebildiğimiz
kadar sahipleniriz.
İnsanoğlu koşa oynaya avlanıp yiyip, ateş yakıp ısınıp, dere
gördüğünde de susuzluğunu giderip yaşarken her şey yolundaymış. Karnını
doyuruyormuş, ısınıyormuşta işte, susuzda değilmiş ama sonra ne yapmış etmiş
buğdayı keşfetmiş. Öğütmüş yemiş, tohumlarını toplamış ve zeki ya insanoğlu
sonunda da ekmiş biçmiş tarımı başlatmış. Tarım başlayınca arkasından yerleşik
hayat, e ellerini kollarını doldurma çabasına giren insanoğlunun ‘burası
benim’cilik kafası derken sınırlar..
E hep ekip biçip çalışıp ellerini kollarını dolduracak değil
ya insanoğlu, kimisi de ‘aa burası ne güzel ekilmiş biçilmiş hazır oh burası
benim olsun’ kafasına sahip olunca hop ardı sıra savaşlar. Savaş zaten
başkasının olanı en kaba üslupla almak değil mi?