Yalnız insanların özgürlüğü bambaşkadır. Belki sizin de
kendinizi yalnız hissettiğinizde aslında
birazda güvende hissettiğiniz
olmuştur. Bazen de varlıksal anlamda yalnızlığın dışında insanların bir arada
olduklarında birbirlerini anlamaları için konuşmanın muhakkak surette lazım
olmadığını düşünüyorum. Bu noktada bazı şairlerin, tabiatın güzelliği
karşısında yanlarında konuşmadan yürüyecek birini aradıklarını anladığıma
kanaat getiriyorum. Gerçi bunu anlamak için tabiattan melül bir insan olmak
gerekir değil mi? :)
Neyse bırakalım bu anlaşılması ve uygulanması zor insan
ilişkilerini. Tabiat ve doğadan bahsetmişken kafamın içinde yaşattığım ve
iletişimimin kuvvetli olduğu Christopher Mccandless duygulanımlarımı
dillendireyim size biraz. Ne zaman böyle bir konu açılsa hep söylediğim gibi
ben bu dünyadan ağaçları, mesela Lübnan’ın ulusal simgesi olan sedir ağaçlarını
anlamadan gitmek istemiyorum. Ya da İtalya’da Toskana bölgesindeki dünya miras
listesine girmiş olan altı noktayı gözlerime doldurmadan da gitmek istemiyorum.
Günlük yaşamda bir kasabın virtüöze dönüşebilmesi veya alışverişe gitmekle
müzeye gitmek arasındaki farkın silikleşmesi gibi bir hissiyata bürünmeden her
hücremden sağlık fışkırsa yine de bu isteklerimden vazgeçebileceğim aklıma
gelmez. Mesela İngiltere’nin en ılıman iklimine sahip bölgesi olan Cornwall’ın
yüksek uçurumlu sahillerini, balıkçı kasabalarını, gizli koylarını görmeden bu
dünyadan gitmek sizce de çok yavan olmaz mı?
Peki, ‘ormanın ötesindeki topraklar’ anlamına gelen
Transilvanya platosunu görmemekte tam bir eksiklik değil mi? Avrupa’nın
medeniyetten en uzak ama aynı zamanda en otantik bölgesinde birer bardak çay
içerken, muhabbetime Kont Drakula efsanesinin konu olduğunu ve konu uzarsa buna
devam etmek için Bükreş’e yapılacak bir tren yolculuğunu bünyeme yaşatmadan da
gitmek istemiyorum. Mesela Buenos Aireslilerin şenlikli hayat tarzına bi çentikte
ben atayım diye Arjantin yollarına düşmeden ve kentin tango tutkusuna saygı
duymak adına birkaç tango figürü öğrenmek saygı adına yapılmış en
anlamlı hareket olur bence. Beirut isimli müzik gurubunun sevdiğim bir
şarkısında bahsettiği Santa Fe kenti belki de ABD’nin en karakteristik
kentlerindendir ve o şarkıyı kulaklarıma tıkayıp kentin yerli komünleriyle
selamlaşmadan da gitmek istemiyorum dünyadan.
Vietnam’da hayatı su üzerinde geçen Mekong Deltası
yerlilerine de birkaç gülümsemeli selam vermeden, yüzen evleri, yüzen pazarları
görmeden gitmekte oldukça can sıkıcı olur bence. Düşünsenize, yolum Japonya’ya
düşmüş ve Kyoto’nun Zen Bahçelerinde gezerken birkaç sevimli Japon görüp ‘koniçiva
osss’ repliğiyle uyduruk selamımı verirken çok eğlenmez miyim? :)
Her zaman söylerim eğer bir altyazım olsaydı sürekli şöyle
yazardı: ‘Başını alıp gidip dünyayı gezmek istiyordu.’
En başta bahsettiğim insan ilişkileri konusuna bi gönderme
yapacak olursam, çok sevdiğim Sabahattin Ali’nin de dediği gibi ‘ bir ruh ancak
bir benzerini bulduğu zaman bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum
bile görmeden meydana çıkıyorsa, birçok şeylere ihtiyacını ancak onları görüp
tanıdıktan sonra keşfetmez mi?’ Tıpkı dünyadan gitmeden ağaçları anlamayı
istemek gibi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder